2 Temmuz 2008 Çarşamba

www.keyfehli.net

Nicedir planladığım, biraz tembellikten, biraz da vakitsizlikten yapamadığım bloğumu taşıma işini nihayet gerçekleştirdim. Bu blog bir süre daha açık kalacak, ancak yeni yazıları okumak istiyorsanız sizi www.keyfehli.net'e beklerim efendim :)

19 Haziran 2008 Perşembe

RSS Takibi vs Zaman

Gözlemlediğim kadarıyla Türkiye’de kullanımı henüz yeterli seviyede olmasa da, web üzerinde takip etmek istediğimiz içeriğe (blog, video, gazete vs) ait güncellemeleri bize ilgili siteyi ziyaret etmeden haberdar etme kolaylığını sağlayan RSS okuyucular, bilinçli kullanıcıların vazgeçilmezleri. Piyasada bir çok alternatif mevcut. Benim favorimse Google Reader, herkese de şiddetle tavsiye ederim.

RSS hizmeti vermeyen site neredeyse kalmadı, beğendiğimiz her web sayfasını RSS aboneliğimize ekledik ve bir zaman sonra takip etmek istediğimiz yayınların içerisinde kaybolur duruma geldik. Bir ara günde 1000’in üzerinde güncelleme ile karşı karşıya kalıyordum ki hepsini okumam, takip etmem zamanın çok değerli ve her halükarda yetersiz olduğu modern zamanlarda (bu tamlamayı kullanmayı seviyorum :D) imkansızdı. Ben de küçük bir temizliğe gittim haliyle. Takip ettiğim yayınları yeniden kategorize ettim, benzer içeriği sağlayan siteler arasında tercih yaptım, haber sitelerinden de vazgeçtim ve şimdilik istediğim içeriği verimli bir şekilde takip edebilecek duruma geldim. Gönül daha fazlasını istiyor tabii, şunu da eklesem diyorum, ekliyorum, sonraysa “bunların hepsini okuyamıyorum” diyip yeni bir temizliğe girişiyorum.

Bu post’u yazma isteğini açığa çıkaran etkense yine RSS yoluyla takip ettiğim Google Tutor sitesinde yayınlanan “5 Excellent Productivity Tips For Google Reader” makalesi oldu. Google Reader kullanıyorsanız bir göz atmanızı öneririm.

Görünen o ki herkes aynı dertten muzdarip, okumak, izlemek, görmek istiyoruz ama yetemiyoruz :D

10 Haziran 2008 Salı

Euro 2008

Bir önceki gün Almanya-Romanya maçının ilk yarısını izlediğimde Almanya’nın kupanın en önemli favorilerinden biri olduğu, favori olmayı geçtim izlemesi en keyifli takımların başında geldiği kanısındaydım. Dünkü Hollanda-İtalya maçı ise keyfin tepe noktasıydı sanırım. Uzun zamandır bir futbol maçından bu kadar zevk aldığımı hatırlamıyorum. İlk 10 dakika İtalya bu kupayı da alacak herhalde dedim, kalan 80 dakikada ise tükürdüğümü yalamakla meşguldüm. Hollanda (Ömer Üründül üslubuyla söylemek gerekirse) modern futbolun tüm gerekliliklerini yerine getirdi. İtalya ise “Bu takım artık çok yaşlı” diye bağırmaktaydı sanki. Tabii İtalya’nın sağı solu belli olmaz, yine finalde görebiliriz onları. Futbol ekolü sağlam ülkeler çok yüksek performans göstermeseler de, ezberledikleri anlayışla turnuvalarda çok iyi dereceler alabiliyorlar. Ancak dünkü maçtan sonra kupayı Hollanda’nın almasını dilemekteyim. Futbolu güzelleştirenler karşılığını almalı zira...

6 Haziran 2008 Cuma

Sessizlik

Susmak çözümdür bazen...

5 Haziran 2008 Perşembe

Arthur Zico

Beyaz Pele bu diyarlardan gidecek gibi gözüküyor. Aziz Yıldırım ve tayfası bu özel adamdan memnun değil anlaşılan.

Küçük bir çocukken Fenerbahçe taraftarıydım. Ailemde herkes Fenerbahçe’yi tutuyordu zira. 9-10 yaşlarına geldiğimde ise gerek o dönemdeki efsane takımın varlığı, gerekse de yakın arkadaşlarımın etkisiyle Beşiktaş’lı olmaya karar vermiştim. Verdiğim karardan hiç pişman olmadım, tüpçünün varlığına rağmen...

Beşiktaş’ı desteklemeye başladıktan sonra (belki de eski duygularımı tamamen ortadan kaldırmak için) farkında olmadan Fenerbahçe’ye karşı bir antipati oluşmaya başladı içimde. Ali Şen ve Aziz Yıldırım gibi meşrebi meşrebime uymayan insanların Fenerbahçe başkanlıkları da bu antipatimi fazlasıyla arttırdı.

Son dönemde ise Aziz Yıldırım’ın devam eden mevcudiyetine rağmen daha sempatiyle baktığımı farkettim bu takıma. Bu sempatinin sebebi ise tek bir isimdi : Arthur Zico, nam-ı değer Beyaz Pele.

NTV spor’da izlediğim Zico belgeseli, kendisinin verdiği demeçlerdeki insancıl ve centilmen üslubu futbolun çirkin ortamında, en azından bu ülke sınırları içerisinde görmeye pek alışık olmadığımız bir insanla karşı karşıya olduğumuzun göstergesiydi.

Fenerbahçe bu sezonu tarihinin en büyük Avrupa başarısıyla tamamladı. Şampiyonluğu ise Galatasaray’a kaptırdı. Şüphesiz ki bugün Fenerbahçe’nin Avrupa’da geldiği noktada bundan 5 sene önce Cristoph Daum’un göreve gelmesiyle başlatılan hamlenin büyük payı var. Mevcut takımla beş sene önceki takımın futbol mantelitesi arasında çok büyük farklar yok, bu da futbolda istikrarın ne kadar önemli bir öğe olduğunun göstergesi.

Daum’un ardından tam da takımın Avrupa ve dünya gündeminde yer edinmesini sağlayacak Zico’yu doğru bir hamle ile göreve getirdi FB yönetimi. Zico da doğruyu yaparak takımla çok oynamadı, küçük rötuşlarla işleyen çarkların verimliliğini arttırdı. Yine de ne yöneticilerini ne de futbolu ne kadar bildiği meçhul futbol yazarlarını memnun edemedi.

Bir takımın teknik direktörü elbette önemlidir, ama hoca seçiminden önce o kulüpte işlerin nasıl yürüdüğü, işleyen bir sistemin varlığı gibi unsurlar önceliklidir. Fenerbahçe ama öyle am a böyle bir sistem oluşturmayı başardı, yönteminin doğruluğu yanlışlığı ayrı bir tartışma konusu. Sistemi olan bir takım, çok kötü bir hoca tercihi yapılmadıktan sonra belli bir seviyeye gelir ki Fenerbahçe’nin geldiği seviye bunun bir göstergesidir.

Belki Zico dünyanın en iyi hocası değil, hatta en üst düzey hocalardan olmadığını da varsayabiliriz. Ama takımın imajına eklediği positif katkının onun teknik direktörlük konusundaki eksikliklerini (artık neyse o eksiklikler) fazlasıyla kapattığı gün gibi aşikardır. Dünyanın diğer ucunda kimse Aziz Yıldırım’ı ya da Fenerbahçe’yi bilmez. Ancak o Fenerbahçe Zico’nun takımı olduğu zaman yavaş yavaş tanınırlığı artar. Doğru strateji yürütülerek elde edilen uzun vadeli başarılar da bu tanınırlığın seviyesini gün geçtikçe yükseltir. Brezilya’nın 16-17 yaşında Avrupa devlerine gelip birkaç senede dünyanın önde gelen yıldızlarına dönüşen yetenekleri Zico’nun tüm dünyada popülaritesi artmaya başlayan takımına gelmeyi severek kabul ederler. Benzer bir durum yaşı 30’a gelmiş ama hala verimliliği yüksek yıldızlar için de geçerlidir.

Fenerbahçe Zico’nun yerine çok daha iyi bir hoca getirebilir ve bu seneki başarısının üstüne de koyabilir. Yine de ortaya çıkacak toplam değerin Zico’nun takımınkinden daha fazla olacağı konusunda şüphelerim var. Fenerbahçe’nin stratejik bir hata yaptığını düşünmekteyim.

Yapılan hamlenin doğruluğunu ya da yanlışlığını zaman gösterecek. Bizlerse son dönemde buralara yolu düşen en beyefendi adamlardan biriyle vedalaşmak durumundayız.

Umarım Zico bundan sonraki durağında da en az Fenerbahçe’deki kadar başarılı olur. Kendisini bir gün Beşiktaş’ın başında görmek beni çok mutlu eder, tüpçünün ve mafyacılık oynayan abinin olmadığı bir ortamda tabii...

Yolun açık olsun Beyaz Pele...

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Bilgi Çağında mıyız, Bilgi Çöplüğünde mi ?

Digital Age dergisinin sayfalarını karıştırırken okuduğum bir dipnot ilgimi çekti.

Peter Lyman ve Hal R. Varian adında iki amca dünyada her yıl üretilen enformasyonu ölçmeye niyetlenmişler. Ortaya oldukça ilginç değerler çıkmış. Buna göre insanoğlu her yıl çeşitli formatlarda (yazı, film, fotoğraf vs.) 1,5 milyar gigabyte’lık enformasyon üretiyormuş. Başka bir deyişle kişi yılda kişi başına 250 gigabyte’lık veri üretiliyor. Gigabyte ne oluyor diyen varsa (herhalde yoktur) kaba bir ifadeyle kişi başına divx formatında 350, dvd formatında ise 75 filmlik bilgi düşüyor payımıza.

Düşmesine düşüyor da, bu bilgiyi kimin nasıl kullandığı daha büyük, belki de sonuç alması imkansıza yakın bir araştırma konusu. Bilginin hüküm sürdüğü dünyada imkansız diye bir şeyin olmadığını da belirtmek lazım tabii :)

30 Mayıs 2008 Cuma

Thriller 25 Yaşında

Bir zamanlar onun yaptıklarının kırıntılarıyla bugün koca bir endüstri var ortada. Gelmiş geçmiş en büyük star tanımına hiç düşünmeden vereceğim cevaptır Michael Jackson.

Ve bu aşmış adamın efsanevi albümü Thriller 25. Yaşına girmiş. Henüz ben daha doğmazken, 1983 yılında piyasaya çıkmasıyla ortalığı yıkıp geçen albümü elden geçirerek piyasaya sürmüş Michael Jackson. Ortaya çıkan sonuç nasıl, ne gibi bir şey, sever miyim bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki o olmasaydı, adına pop dediğimiz müzik bambaşka bir noktada olurdu.

Not : Albümle ilgili bir haber videosu burada.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Nuri Bilge Ceylan

Birkaç gündür aldığı ödül dolayısıyla gündemde Nuri Bilge Ceylan. Kitlelere, özellikle de Türkiye’deki kitlelere yönelik filmler yapmayan bu önemli adamın elin oğlu tarafından önemsenmesi ister istemez gururumu okşuyor. Türk olduğu için değil bu okşanma durumu, hakikaten sevdiğim bir yönetmen Ceylan, insanı düşüncelere salan hikayeleri var ve güzel filmleri kadar güzel bir insan olduğu izlenimini de veriyor renkli camın ardındayken. Ödül töreni sırasında yaptığı şiirsel konuşma da bu güzelliğin bir yansımasıydı sanırım.

Nuri Bilge Ceylan’ın sinemaya yönelmesindeki en önemli etkenlerden biri de fotoğrafa olan ilgisi. Zaten filmlerinde de fotoğrafçılığını sık sık konuşturuyor üstad. Fotoğraf çalışmalarından bazı örnekleri kendi web sayfasından görebilmek mümkün. Meraklısı için linki de burada.

Özellikle babasının fotoğraflarını çok etkileyici buldum. Bu çalışmaları gördükten sonra hüzün ve melankoli Ceylan ailesinin genel iklimiymiş gibi bir izlenim oluştu bende. Belki de benim hüsn-ü kuruntum, bilemiyorum...

27 Mayıs 2008 Salı

Jübile

Bugünkü Radikal’de Almanların efsane kalecisi Oliver Kahn için Hindistan’da düzenlenen jübile haberini okurken, bir yandan da Hakan Şükür’e teklif edilen jübileyi düşündüm. Türk futbol tarihinin en büyük futbolcusuna kibarca kapıyı göstermenin yolu “Sana jübile yapalım” demek olmuş.

Futbol kulüplerimizin, tarihlerinde önemli yer tutmuş oyuncularına yaptıkları muameleler bir tuhaf. Beşiktaş’ta oynamasında çok da memnun olduğum Rüştü her şeye rağmen Fenerbahçeli Rüştü olarak bırakabilmeliydi futbolu. Bülent Korkmaz’ın jübilesini yaptı mı Galatasaray, ya da Hagi’ninkini ? Ben hatırlamıyorum. Futbolu sessiz sedasız bırakan Sergen Yalçın’a anlı şanlı bir jübile yapmak bizim tüpçünün aklına gelecek mi ?

Not : Aceto’nun Hakan Şükür’ün durumu üzerine verdiği müthiş ayarı okumanızı tavsiye ederim.

11 Mayıs 2008 Pazar

Google'da Arama Yapmanın İncelikleri

Geçtiğimiz Çarşamba günü Google Türkiye ofisinden Mustafa İçil, ekibinden 2 kişiyle birlikte Boğaziçi Üniversitesi’nde bir sohbette yer aldılar. Katılım pek yüksek değildi, sanırım tanıtımı yeterince yapılmamıştı. Sohbetin bir bölümünde ismini hatırlayamadığım Google Türkiye ürün müdürü Google’da arama yapmak ve Google ürünlerini kullanmak üzerine bir sunum yaptı. Özellikle arama yapmanın incelikleri üzerine anlattıkları çok faydalıydı. Bunların bir kısmını biliyordum, bilmediklerimi de öğrenmiş oldum. Aldığım notları da örnekler vererek paylaşmak istedim. (Konu hakkında Süleyman Cabir Çıplak’ın yazdığı yazıyı da okumanızı öneririm.) Örnek 1

Çay+akarsu à Aramanızı bu şekilde yaptığınız zaman demli çay ya da sallama çay ile ilgili bir sonuçla karşılaşmazsınız.

Örnek 2

Çay-akarsu-belediye à Bu sefer de içecek olan çayla ilgili bir arama yapmak istediğinizi var sayalım. Ancak akarsu olan çay ya da Çay Belediyesi ile ilgili sonuçların gelmesini istemiyorsanız yapmanız gereken şey – işaretini kullanmak.

Örnek 3

İntitle:tiyatro à Başlığında “tiyatro” geçen sonuçları görmek için intitle kelimesini kullanabilirsiniz.

İntitle ile yapılan aramalara mp3 araması için zaman zaman kullandığım bir kalıbı da örnek verebilirim.

intitle:"index.of" (mp3|mp4) %s -html -htm -php -asp -cf -jsp bob dylan

Yukarıdaki cümleciği Google’a yazdığınız zaman Bob Dylan mp3’leri karşınıza çıkacak. Diğer sanatçılar için yapmanız gerekeni söylememe gerek yok sanırım.

Örnek 4

İnurl:sinema à URL’inde “sinema” kelimesi geçen web sayfaları için bu kalıbı kullanabilirsiniz.

Örnek 5

Global Warming filetype:pdf à Global Warming araması için pdf formatındaki sonuçları getirir. Dosya formatını ppt, doc vb. şeklinde değiştirebilirsiniz.

Örnek 6

Kayıt site:boun.edu.tr à Boğaziçi Üniversitesi’nin web sayfasında “kayıt” kelimesi ile ilgili sonuçları getirir.

Örnek 7

Hava:istanbul à İstanbul’un bugün ve sonraki 3 gün için görsel hava tahminine bu kalıpla ulaşabilirsiniz.

Örnek 8

Sqrt(256)à Google’ı hesap makinesi olarak da kullanabiliyorsunuz. Örnekte 256’nın kare kökünü alıyoruz. Diğer matematik fonksiyonlarına ya da doğrudan 25*34/4 gibi bir hesaplamaya ait sonuçlara da ulaşmanız mümkün.

Örnek 9

1000 YTL in Euro : 1000 yeni Türk lirasının kaç Euro ettiğini hesaplamak için kullanabileceğiniz kalıp. Diğer para birimlerinin kısaltmalarını da biliyorsanız önce kuru kontrol edip, sonra da hesap makinesine sarılmaya ihtiyacınız yok.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. And, or çift tırnak kullanımı gibi iyi kötü billinen inceliklere verdiğim ve veremediğim kalıpları eklemek de aradığımız sonuçlara ulaşmak konusunda bize zaman kazandıracaktır. Ayrıca Mozilla Firefox kullanıcıları için (başka bir tarayıcı kullanıyorsanız kullanmamanızı öneririm) çok güzel bir eklenti mevcut. Adı “Google Advanced Operations Toolbar”, indirmek isteyenler buyursunlar.

Malumunuz çağımızın en kıymetlileri bilgi ve zaman. Koca koca şirketler zamanı daha verimli kullanmak adına dev yatırımlar yapıp duruyorlar, büyük bir kısmı başarısızlıkla sonuçlandığı halde. Bilgi deyince akla ilk gelenin artık kütüphaneler olmadığı da aşikar. İnternet çağını yaşadığımız yeni dünyada bilgiyi ve zamanı doğru kullanmayı becerecebilenler iz bırakacaklardır. (İnternette arama yapmak üzerine yazarken de süslü cümleler kullanabiliyorum, evet bunu yapabiliyorum :D )

3 Mayıs 2008 Cumartesi

İstirahat

Yoğun geçen günlerin ardından -bundan sonrasında da yaşayacağım yoğunluk öncesi- artık son senesi içerisinde bulunduğum okulumun en sevdiğim adetlerinden biri olan bahar tatili vesilesiyle güneye doğru 5 günlük bir kaçamak yapma fırsatım oldu(Ah şu uzun cümle kurma hastalığım).

Yanıma bilgisayarımı almadım. Bir süredir okumak yalnızca bilgisayar başından yaptığım bir eylem haline gelmişti, en fazla otobüste ya da metroda geçen zamanı değerlendirmek için bir makalenin ya da teknik bir kitabın çıktısını alıp okuyordum. Edebiyatla son münasebetim Frenk topraklarındaydı. Kaçamağı fırsat bilerek bir kitap evine girip rasgele bir roman almak istedim. Bir süredir okumak istediğim Zülfü Livaneli’nin Mutluluk’u oldu seçimim.

Günler göz açıp kapayıncaya dek geçti gitti. İstanbul’dan gitmek de güzel, İstanbul’a dönmek de...

Döndüğümde kontrol ettiğim 3 mail hesabım, takip ettiğim forumlar bir dünya blog dünyanın geride kalan 5 günde yerli yerinde durduğunu söylüyorlardı. İnternet olmadan yaşayamayacağıma inanmaya başlayalı kaç sene oldu sahi ?

İşten, okuldan, koşturmacadan uzak günler gayet iyi gelmekle birlikte -sanırım kitaptaki profesör karakterinin de etkisiyle- yaşadığımız hayata dair rahatsız edici sorular sordurma eğilimimi de arttırdı. Ama depresyona girecek zaman değil, bu rüzgara kapılmamam lazım : )

20 Nisan 2008 Pazar

Coca Cola Light’ımı Geri İstiyorum

Malumunuz bir süre önce Coca Cola yeni bir ürün çıkardı Zero ismiyle. İddia’ları normal kolayla aynı tadı sıfır şekerle sunmaktı. Yani light koladaki tatlandırıcı etkisinden hoşlanmayan ama şişe şişe kola tüketince de vücutta gereğinden fazla şeker depolayan bünyeleri hedef alıyordu amcalar. Buraya kadar her şey iyi hoş gözüküyordu. Ta ki yaklaşık 10 gündür oturduğum semtte light kola bulamamaya başlamamla birlikte. Bütün marketleri tek tek gezdim, kuruyemişçiler, bakkallar hepsini arşınladım, dolaplarında kalmış son light kolaları satın aldım, ancak geçtiğimiz gün itibarıyla bütün stoklar tükendi. Raflardaki light kolaların yerini Zero aldı.

Her gün en az bir şişe kola içenlerden değilim, bazen bir ay kola içmediğim de olur, ama bazen de her gün bir iki bardak içesim gelir, favorim anlayacağınız üzere Coca Cola Light’tır. Light’ı ortadan kaldırıp Zero’yu empoze etme operasyonuna hangi sivri zeka karar verdi bilmiyorum ama bu kararından bir an önce dönmezse oturduğu koltuğu altından kısa sürede çeker Amerika’daki amcalar. Zira gözlemlediğim kadarıyla birçok tüketici bu durumdan şikayetçi. Sürekli alış veriş yaptığım markete “Light kola gelmiyor mu artık?” diye sorduğumda, önce “Abi Zero var , aynısı sadece adı değişti” cevabını aldım. Biraz üsteleyince “Biz de sipariş verdik abi zaten, light istedik, müşteriler de şikayetçi, almıyorlar Zero’yu” şeklinde bir itirafta bulundu görevli çocuk. Almazlar tabii, sen millete kola diye asiti kaçmış tuhaf bir içecek içirmeye kalkarsan, “Pepsi’nin light’i nasıldı ki ola ?” diye sormaya da başlarlar yakın gelecekte.

Uzun lafın kısası Coca Cola Light’ımı geri istiyorum efendim. Yetkili mercilere duyrulur...

16 Nisan 2008 Çarşamba

Beady Belle

Tadından yenmez sınıfından tanımladığım gruplardan Beady Belle geçtiğimiz ay Belvedere isimli 4. albümünü piyasaya sürdü. Ghosts, Moderation, Closer, Lose and Win gibi hepsi ayrı güzel şarkıları içeren 3 albümün sonrasında Belvedere bu gruba aşık olmak gerektiğini kanıtlayan bir çalışma. Albümde 9 şarkı var ve abartmadan söylüyorum ki hiçbiri boş değil. Two-Faced, A Touch of Paradise ve Tranquil Flight benim favorilerim, ancak dediğim gibi şarkıların tümü çok iyi.

Beady Belle Belvedere’in piyasaya çıkmasından kısa bir süre sonra Türkiye’ye gelip, geçtiğimiz hafta Roxy’de bir konser verdi. Ben de orada bulunan şanslı azınlıktan biriydim. Konser biraz kısaydı, sahneye neredeyse 2 saat geç çıktılar, ertesi gün işe gitmek gerekti, Carlsberg iğrenç bir bira vb. olumsuzlukların yanında izlediğimiz performans istisnaiydi. Her şeyden önce grubun solisti Beate çok şeker bir hatun, alkışlardan sonra çocuk gibi seviniyor ve sanırım canlı dinlediğim en iyi sese sahip insan. Canlı performansı albümden daha etkileyiciydi desem yalan olmaz. Orkestraya da ayrı bir parantez açmak lazım. Keyboard, gitar, bas ve davuldan oluşan ekip oldukça yetkin müzisyenlerden oluşuyordu. Konserin öncesinde, grup 2 kişiden ibaret olduğu için ikisi gelir de kalanını kayıttan yedirirler diye korkuyordum. Neyse ki capcanlı bir konser oldu, kulaklarımızın pası silindi.

Umarım çok uzun zaman geçmeden, mümkünse bu yaz tekrar gelir buralara Beady Belle. Hepsi ayrı ilgi çekici yaz konserleri için ayırdığım bütçenin bir bölümünü daha onlara harcamaktan imtina etmeyeceğim kesin.

6 Nisan 2008 Pazar

The Darjeeling Limited : Dakika bir gol bir

Film festivali başladı. İlk Cumartesi için son dönemde aşinalık kazanmaya başladığım Kadıköy’ün yolunu tuttum, festival programına baktığımda en çok ilgimi çeken filmi izlemek üzere : The Darjeeling Limited.

2007 yapımı olan filmin yönetmeni Wes Anderson. The Royal Tenenbaums filminin de yönetmeniymiş kendisi, öğrenmiş bulundum.

Anderson’un 2005 yılında çektiği bir kısa film olan Hotel Chevalier ile başladı seans. Kısa filmde alt yazı olmadığı için sinema salonundan (Reks) bir açıklama geldi, “Yönetmenin sürpriziydi, bilmiyorduk” diye kıvırdılar, yerseniz tabii. Zira filmin sonunda eşek kadar The Darjeeling Limited Part One ya da buna benzer bir şey yazıyordu. Film ilerledikçe hikayeler arasındaki bağlantı da olayın sürprizle alakası olmadığını gösterir nitelikteydi. Demek ki festival görevlileri ellerine gelen filmlerin içinde ne var diye kontrol etme zahmetine girmiyorlarmış, bunu öğrendik. Yönetmenin daha fantastik sürprizleri de olabilirdi, Allah korumuş bizi. Belki de arada kaynadı, bilemiyeceğim.

Hotel Chevalier’de Natalie Portman’ı görmek de gecenin bir başka güzelliğiydi. Özellikle çırılçıplak aynanın yanında oturduğu sahne filmlerden zihne kazınan fotoğraflar veri tabanına eklendi. Bir de otel odasından Paris görüntüleri vardı ki “Şu Frenk şehri ne kadar da güzel” dedirtti bana bir kez daha. Bir yandan da İstanbul’un içine eden zevksiz, plansız, öngörü yoksunu insanları düşünmeden edemedim, bu şehri piç edenleri kibarca andım.

Filmin hikayesini anlatmak niyetinde değilim, meraklısı arayıp bulur zaten, muhtemelen festivalden sonra gösterime de girecektir. Ancak oyuncu kadrosunun son derece sağlam olduğunu belirtmek gerekiyor. Adrien Brody, Owen Wilson, Jason Schwartzman hatta yan rollerden birinde Bill Murray.

Filmin müzikleri de en az film kadar etkileyici. Bilhassa Peter Sarstedt’in Fransız aksanıyla söylediği Where Do You Go To My Lovely ve The Kinks grubuna ait This Time Tomorrow bu aralar şarkı listemde sık sık yer alacak gibi gözüküyor. Yazıyı yazarken de bir yandan filmin soundtrack’i çalıyor bilgisayarımda. Pazar sabahı açık müzik mağazası bulmak zor oldu tabii, çok azimliydim.(Yine yerseniz.)

Velhasıl kelam festival başlangıcı için harika bir filmdi The Darjeeling Limited. Şiddetle tavsiye edilir.

23 Mart 2008 Pazar

Festival Kuyrukları

27. senesini dolduran Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin biletleri 22 Mart Cumartesi satışa çıktı ve bu olay yurdum insanının ne denli sinema düşkünü olduğunu gözler önüne serdi.

Sabah saatlerinde beğendiğim birkaç film için Biletix üzerinden bilet almaya niyetlendim. 2 öğrenci bileti seçip ödemeyi yapacağım ekrana geldim ki 14 TL tutan biletler için 3 TL Biletix’e 3 TL de kredi kartı komisyonu denilen abuk bir olguya para vermem gerektiğini görünce, “ Sizin online bilet satış anlayışınızın içine edeyim, gişeden alırım temiz temiz” diyerekten bilgisayar başından kalktım. Gün içinde Anadolu yakasına geçecektim ve Reks sinemasından biletleri alırım diye plan yaptım. Akşam üzeri, bloğunu okumanızı şiddetle tavsiye ettiğim Mekinci ile Reks’in önüne geldik ki uzunca bir kuyruk gördük. Aynı durumun Taksim’de de oluştuğunu gün içindeki telefon görüşmeleri aracılığıyla öğrenmiştik ve Kadıköy’ün de Taksim’den aşağı kalır bir yanı yoktu. Sabırla beklemeye koyulduk. Gişe 7’de kapanacaktı, vaktimizin de sınırlı olmasından dolayı 1,5 saate yakın bir süre sırada çene çalıp üşüdükten sonra en iyisi bu işi yarına bırakalım diyerek sıradan ayrıldık. Bilet kuyruğundaki gözlemlerden de epey malzeme çıkmadı değil. Bilet sırası kendilerine gelince “Madem o kadar bekledim, biraz da beni beklesinler” tavrındaki kararsız insanlar asabiyete eğilimli bir insanı çileden çıkarmak için bire bir.

Mekinci Pazar sabahı Reks’in önünden operasyonu tamamlayacaktı hesapta, ama yine yalan olmuş, sabah sabah insanlar yine uzunca bir kuyruk oluşturmuş. Neyse ki mutlu sona ulaşıldığının haberi akşam üzeri geldi. Topu topu 5 bilet istiyordum, 4’ü cepte, Paris’i ise fire vermişiz. Bir filmin adında Paris geçmeye görsün. Arkalarından sövsek de seviyor bizim gençler Fransız’ları :)

9 Mart 2008 Pazar

Google, Ne Ayaksın Sen ?

İnterneti az ya da çok kullanan herkes için bir anlam ifade eden, son dönemdeki birçok yeniliğin öncüsü konumundaki Google’a olan ilgi ve sevgimin de etkisiyle gelişmeleri yakından izlemek amacıyla takip ettiğim 3 Google blogu var. Google Operating System, Google Tutor ve Offical Google Blog. Sayı 3 ile sınırlı değil tabii, en sık kullandığım Google hizmetlerinden biri olan işlevsel RSS okuyucu Google Reader’a kısa bir süre öncesine kadar Google’la alakalalı birçok blog eklemiştim, ancak hepsini okumak için yeterli zamana sahip olmadığımdan sayıyı 3’e indirdim.

Bu satırları yazma isteğimi tetikleyen ise Offical Google Blog’da yer alan bir yazı. 4 Mart 2008 tarihinde yayınlanan ve seri halinde devam edeceği ifade edilen Why Data Matters başlıklı yazıda arama motorlarının ortaya çıkışının kısa bir hikayesine yer verildikten sonra olaya Google’ın getirdiği bakış açısı anlatılmış. Yazı biraz da son dönemde oldukça yoğun eleştiri alan Google’ın kişisel bilgileri depolama stratejisi için günah çıkarması şeklinde yorumlanabilir.

Özetle loglarınızı(internette yaptığınız her şeyi) kayıt altına alıyoruz, böylelikle arama algoritmamızı her gün geliştirip size daha iyi hizmet sunuyoruz diyor amcalar. Evet interneti daha efektif kullanabilmemiz için geçmişteki hareketlerimizin yorumlanması ve bu hareketlerden anlamlı bilgiler çıkarılması kaçınılmaz. Yine de Google’ın benim hakkımda benden daha çok şey bildiği gerçeğini düşündükçe “Bir gün bu adamlar başıma bir iş açmasın ?” mealinde sorular sormaktan kendimi alamıyorum. Top, tüfek, füze yerine kişisel bilgilerin derlenmesiyle elde edilecek sonuçların yeni nesil savaşlarda en önemli silah olabiliceğini düşünmek var bir de. En iyisi fazla düşünmemek galiba...

Google dost musun, düşman mısın, ne ayaksın sen ? :D

6 Mart 2008 Perşembe

Penelope & Mango

Modern zaman erkeklerinin (bu da ne demekse artık) en sık uğradığı giyim mağazalarından biri Mango olsa gerek. Evet Mango’da erkekler için hiçbir şey yok, ama kadınlar bir Mango mağazası görünce çıldırıyorlar nedense. İtiraf ediyorum ben de Mango’nun İstanbul’daki her mağazasını defalarca arşınlamış birisiyim. Çoğu zaman bu gezintilerden sıkılsam, hatta bir köşeye gidip oturarak beklesem ve Mango’daki şuurlarını kaybetmiş kadın gürühundan hoşlanmasam da İstanbul’da birkaç gündür boy gösteren Penelope Cruz’lu Mango billboard’ları güzel bir kadının ne kadar ilham verici olduğunu (yeniden) kanıtladığı için, Mango’ya küçük bir teşekkür edesim var.

Kısa bir aramayla öğrendim ki Mango 2008 ilkbahar-yaz kreasyonunda Penelope ve kız kardeşi için kıyafetler tasarlamış. Özellikle Penelope Cruz’un katalog çekimleri için verdiği fotoğraflara bakınca yer yüzündeki en güzel kadınlardan birisiyle karşı karşıya olduğumu düşünüyorum. İlk bakışta farkedilen bir güzellik değil bu, baktıkça ortaya çıkan, biraz da gizemli bir şey.

Tarifi nasıl yapılırsa yapılsın Penelope çok ama çok güzel..

27 Şubat 2008 Çarşamba

!f İstanbul ve Gece Yarısı Öpücüğü

7. AFM Uluslararası Film Festivali’nin nam-ı değer !f İstanbul’un ardından birkaç kelam edesim var 1 haftadır. Lakin bu satırları yazan şahıs bir süredir iş hayatı ile okul hayatını birleştirdiğinden daha önceleri de olduğu gibi yazmak, izlemek, şarkı söylemek gibi zevklerinden fedakarlık etmekte. İşin özeti yazmaya vakit bulamadım efendim.

Hiçbir zaman sıkı bir festival takipçisi olamadım, birkaç senedir film festivallerine katılıyorum, bu sene de Radikal’in kültür sanat sayfasının 25 tavsiyesinden gözüme hoş gözüken 2 tanesini seçip Fitaş’ın yolunu tuttum. Şimdi iyi ki o iki bileti yazıyı okur okumaz almışım diyorum, zira başka filmler için de bilet alma işini sonra yaparım diyerek sallayınca izleyebildiğim film sayısı ikide kaldı.

İlk izlediğim film Ploy’du. 2007 yapımı bir Tayland filmi. Son dönemde popülerleşmeye başlayan durağan, fotoğraflara dayalı Asya filmlerinden bir diğeri. Filme adını veren kız çocuğunun oyunculuğu en çok akılda kalan nokta. Bunun dışında Amerika’da yaşayan, bir cenaze için Tayland’a gelen ve evlilikleri tükenme noktasına gelmiş bir çiftin vasatın altında bir yorumla anlatılmış hikayesinden ibaretti film. Benim için pek sıkıcı değildi, sanırım karla kaplı bir şehirde, Pazar sabahı yarısı dolu bir salonun kaloriferlerini yakmayı pek karlı bulmayan Beyoğlu Fitaş’ın yetkililerinin de yardımıyla uyumadan izlenebilen bir yapıttı Ploy.

Başlıktan da anlaşılacağı üzere izlediğim diğer film Gece Yarısı Öpücü’ydü. 25.000 dolar gibi çok düşük bir bütçeyle çekilmiş bir Amerikan yapımı. Filmin yönetmeni Alex Holdridge de o gün salondaydı.

Gece Yarısı Öpücüğü depresif bir dönem geçiren genç adamın aynı evi paylaştığı arkadaşlarının ısrarıyla internetteki manita yapma sitelerinden birinde yılbaşını geçirebileceği bir hatun kişiyi araması ve bulması neticesinde gelişen olayları, diğer karakterlerin hayatlarını da işin içine katarak anlatan enfes bir film. Aslında çok kompleks bir hikayesi yok filmin, biraz modern zaman unsurlarını kullanarak dönemsel buhranlar yaşayan insanların bunlardan kurtuluşunu son derece keyif alarak izliyorsunuz. Yönetmenin ustalığı da biraz burada çıkıyor, basit hatta daha önce benzerleri işlenmiş bir hikayeyi keyifle izletebilmek. İzlemeyenlere şiddetle tavsiye ederim. Sinemalarda oynayacak mı bilmiyorum, ancak DVD, download bir şekilde izleyin derim.

Festivalin bana hatırlattığı bir şeyse sinemada film izleme keyfi oldu. DVD, download derken bütün filmleri diz üstü bilgisayarımda izler olmuştum. Yine daha çok bilgisayarım sinema izleme aracım olacak elbette, ancak ayda bir de olsa sinemaya gitmek gerekiyor sanırım, zira dev ekranın tadı başka...

16 Şubat 2008 Cumartesi

Parti

Vaktiyle kıyısından bulaştığım dergicilik merakını kaybettiğimden beri, uzun zaman sonra bir şarkı için birkaç satır yazma isteği duyuyorum.

Bir süre önce arşivde bulunsun diye Teoman’a ait tüm albümleri indirmiştim. Dün gece, vaktiyle epey dinlediğim şarkılardan birkaçını yeniden dinlemek için bilgisayarımdaki Teoman klasörünü açtım. Albümlerinde Yer Almayan Şarkılar isminde başka bir klasör ilgimi çekti. Parti şarkısını açtım, nakaratı tanıdık geliyordu, hemen Google’a girip neyin nesi bu diye baktım ki, şarkının Teoman’ın En Güzel Hikayem albümünde yer aldığını gördüm. Bir ya da iki sefer dinlediğim bir albümdü bu, dolayısıyla Parti şarkısını da unutmuştum.

Dün geceden beri dönüp dolaşıp bu şarkıyı dinliyorum. Özellikle hikayeyi anlatıp olayı kaybetme korkusuna bağladığı sözleri duydukça heyecanlanıyorum. Hasbel kader şarkı yazma işine bulaşmış birisi olarak tarif etmem gerekirse, güzel bir melodi bulduğum zaman duyduğum heyecana benzer bir şey bu.

Bazı şarkılar var, keşke ben yazsaydım dediğim, belki de biraz kıskandığım. Parti de bunlardan birisi oldu sanki..

Şarkı üzerine yazıp videosunu (çakma da olsa) eklememek olmaz tabii.

4 Şubat 2008 Pazartesi

TÜRBAN VE SAPIKLIK

Türban yasağını savunan birisi değilim. İnsanlar kimliklerini gizlemedikleri sürece diledikleri gibi giyinebilmeli. Gerçek anlamda bir özgürlük bunu gerektirir. Ancak “İnsanlar neden türban takar ?” sorusuna hiçbir zaman mantıklı bir cevap bulamadım, böyle bir cevabın varolduğunu da zannetmiyorum.

3 Şubat 2008 günü İsmet Berkan konuyla ilgili nefis bir yazı yazmış. Özellikle şu kısmı tam da içimden geçenleri ifade ediyor.

Kuran'daki ayetlerin hangi sırayla 'indiğini' ve bütün İslam dünyasında kadınların örtünmesiyle ilişki kurulan ayetin hangi olaydan sonra geldiğini bilenler açısından bence durum tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık: Kadınlara vücutlarının (belirsiz) bazı bölümlerini örtmelerini emreden veya tavsiye eden ayet, kadın vücudunun erkek bakışından korunması, tahrik olacak erkeklerin kadınları taciz etmesinin önüne geçilmesi için gelmiş.

Eğer dinin mesajı evrenselse, ben de o evren içinde kalan bir erkek olarak bu mesajı anlamakta güçlük çekiyorum; çünkü mesaj benim algıma göre kadınlardan çok erkekleri ilgilendiriyor. Bütün erkekler adına konuşamam ama ben kadın vücudu görünce ciğer görmüş kedi gibi olmam. O yüzden de türbanın en azından bana karşı bir haksızlık olduğunu düşünüyorum, çünkü ben sapık değilim!

Yazının tamamını okumak için : http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=246308

23 Ocak 2008 Çarşamba

MUASSIR MEDENİYETLER SEVİYESİNE ÇIKMAYA ÇALIŞIRKEN

Bizi kötülüklerden korumak konusunda son derece hızlı ve verimli çalışan yargı organlarımızdan Allah razı olsun. YouTube’da yer alan milyonlarca video içinden zararlı olan bir tanesini tespit ettikleri gibi siteyi kapatmışlar jet hızıyla. Ne ala...

İnternette sansürü uygulayan tek ülke biz değiliz tabii. Başka hukuk(!) devletleri de var, bu çok zararlı mecranın kötülüklerine savaş açıp halkının güven içinde uyumasını temin eden. Bir listesini ntvmsnbc’de yayınlamışlar. Çin, Vietnam, İran, Özbekistan, Tunus, Küba, Brezilya, Tunus ve Suudi Arabistan öne çıkanlar. Bu çok gelişmiş ülkelerin arasına Türkiye girmeseydi olmazdı.

Aslında internette zararlı bir siteyi tespit etmek epey meşakkatli bir iş. Birisi rastlayacak da, şikayet edecek de, site kapanacak da. Elin oğlu ülkeyi ortadan ikiye böler o zamana kadar. Peki çözümü yok mu bu işin? Elbette var. Kapatın kardeşim interneti, kesin kabloları, siz de kurtulun, biz de.

18 Ocak 2008 Cuma

Kanlı Bayrak

İlginç bir ülkede yaşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde gazetelerde çıkan, parmaklarından akıttıkları kanlarla bayrak yapan lise öğrencileri haberini görmüşsünüzdür. Bir grup aklı evvel bilmem kaç gün boyunca kanlarını akıtarak Türk bayrağı hazırlamışlar. Bunu da hediye olarak Genelkurmay Başkanına göndermişler. Sayın Büyükanıt da konuyu medya ile paylaşmış.

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=292340/Kanli-bayrak-Buyukanit-i-duygulandirdi

Akademisyenler konuya gerektiği gibi yaklaşarak olayın ne kadar vahim olduğunu belirtmişler.

http://www.ntvmsnbc.com/news/432649.asp

Daha sonra halka ve olaylara tercüman olduğunu iddia eden bir gazete durumdan fayda sağlamak amacıyla promosyon olarak kanlı bayrak vermiş.

http://www.ntvmsnbc.com/news/432649.asp

Son olarak da vatan için can vermek isteyenlerin oluşturduğu bir dernek öğrencilere üniversiteye girdikleri zaman burs vermeyi taahhüt etmiş.

http://www.ntvmsnbc.com/news/433175.asp

Bütün bunları alt alta koyunca “Ben nerede yaşıyorum böyle?” diye sormadan edemiyorum. Küçücük çocukların “vatan sevmek”ten anladıkları kanlarını dökmek, belki de ölmek. Bu çocuklar sonra büyüyorlar ve yeni çocukların sırtını sıvazlayıp onların ölme isteklerine arka çıkıyorlar.

Tuhaf bir sevgi anlayışı var yurdum insanlarının. Sevdikçe ölesimiz geliyor. Yaşamayı düşünen yok gibi...

15 Ocak 2008 Salı

Cama Vuran Yağmurun Getirdikleri

Soğuk bir kış gecesi, şiddetli bir yağmur tanelerini camınıza bırakırken, dışarıda değil de evinizin içinde olmanın hissettirdiği duygu güvendir. Aradaki o camın sağlam bir darbeyle tuzla buz olabileceğini içten içe bilirsiniz, ama böyle şeyler olsa olsa ististanır. İstisnaları düşünmek bir an içinizi ürpertse de, sıcak odanızın verdiği tatlı huzuru, tuhaf düşüncelerle kirletmenin manası yoktur. Zaten mutsuz olmak için onlarca sebep bulmak işten bile değildir.

Küçük şeylerden çıkardığınız mutluluklar kadar yaşamış sayılırsınız esasen. Büyük mutluluklar koca ömrünüzde sıkça başınıza gelmeyecektir ne yazık ki. 10 kez büyük bir mutluluk yaşamışsanız şanslısınızdır. Sevdiğiniz kadının size evet demesi, iyi bir okulu kazanmanız, ya da çok şanslıysanız piyangodan sağlam bir ikramiye kapmanız vs vs. Kaç kere başınıza gelebelir ki bu tip şeyler? Az, hem de çok az. Hayatınızı sevdiğiniz işi yaparak kazanmanız ya da sürekli aşık hissetmeniz gibi kalıcı mutluluklar da vardır, ancak bunlar herkesin başına gelebilecek şeyler değildir ne yazık ki. Büyük mutlulukların peşinde koşmak sizi daha da mutsuz edecektir. O yüzden herkes gibi sıradan şeylerden mutluluk çıkarabilmeyi öğrenmelisiniz. Yoksa dünya pek çekilmez bir yer olacaktır sizin için.

Sanırım beklediğiniz şey bu değildi dünyadan. Büyük hayalleriniz vardı. Hayal kurmaya devam edin, hiçbir sakıncası yok. Tabii gerçekleşeceklerine dair inancınızın dozunu ayarlayabilmeniz kaydıyla. Her şey kararında iyidir. Azı da çoğu da zararlıdır nihayetinde. Anneniz mi daha çok derdi bu manaya gelen deyişi yoksa babanız mı? Belki de her ikisi birden. Annenizi de babanızı da sevin, onlara kızmayın. Zira yıllar geçip de ola ki çoluğa çocuğa karışırsanız, aynı cümleleri söylerken yakalayacaksınız kendinizi. Yıllar önce bu cümlelere içten içe ne kadar kızdığınız aklınıza gelmeyecektir muhtemelen. Diyelim ki hafızanız kuvvetli, her şeyi hatırlıyorsunuz. O zaman da “gençlik işte, bizim de kanımız deli akardı bir zamanlar” diyeceksinizdir. Zararı yok, bunu ilk yapan siz değilsiniz ki...


Dünya hep aynı yöne doğru dönmekte.
Yaşanılanlar da aynı, söylenenler de...

9 Ocak 2008 Çarşamba

Obama vs Clinton

Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık seçimi yaklaşıyor. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar adaylarını belirlemek üzere. Tüm dünya medyası Demokratların içerisindeki adaylık yarışını ilgiyle takip ediyor. Zira yaygın kanı Demokratların ipi göğüsleyeceği. Aynı zamanda Demokrat Parti’nin seçilmesi muhtemel adaylarından biri kadın diğeri ise siyah. İki halde de Birleşik Devletler için bir ilk yaşanacak yani.

Amerika’da vaktiyle epey eziyet çeken siyahlara olan sempatimizden olsa gerek Türk medyası da Barack Obama’ya epey ilgi göstermekte. Ben de Obama’yı Clinton’a göre daha sempatik ve içten bulanlardanım. Hillary Clinton’u görünce nedense aklıma Tansu Çiller geliyor. Erkeklerin egemen olduğu sahalarda erkek gibi gözükerek varolan kadınlardan bir diğeri.

Barack Obama’nın Iowa’daki sürpriz zaferinden sonra New Hampshire eyaletinde yapılan ön seçimi az bir farkla da olsa Hillary Clinton kazandı. Aşağıdaki videolarda sonuçlar açıklandıktan sonra Clinton’un ve Obama’nın yaptığı konuşmaları izleyebilirsiniz. Videoları izleyince kazanan sanki Mrs. Clinton değil de Barack Obama’ymış sanıyorsunuz. Bu tip konuşmaların kitleleri oldukça etkilediğini düşünürsek dünkü seçimin galibinin Obama olduğunu söyleyebiliriz.




Son bir not. Barack Obama’nın Amerikan başkanı seçilmesi durumunda, kendisinin Tayyip Erdoğan ile yapacağı görüşmeleri şimdiden merak ediyorum. Obama ve Erdoğan kanka olursa hiç şaşırmayacağım. Bir yanda ezilen siyahların yeni simgesi, diğer yanda ise Kasımpaşa’nın bıçkın delikanlısı. Güzel fotoğraf doğrusu...

7 Ocak 2008 Pazartesi

Badem

Şu günlerde ikinci albümlerini çıkarmak üzere olan Badem çekirdek kitlesi dışında pek tanınmayan bir grup. Müzik dünyamızın popüler grupları ve şarkıcılarıyla karşılaştırdığımda müzisyenlik ve yaratıcılık açısından genelin çok daha ötesinde olan Badem’in yeni albümüyle hak ettiği başarıyı yakalamasını umuyorum.

Albümlerinin ilk klibi de Kalpsiz isimli parçaya çekilmiş. Özlem Tekin ile düet yaptıkları bu şarkıyı 1 haftadır sıklıkla dinlemekteyim. İlk dinlediğim anda “olmuş bu iş” dedim.



Elbette sadece benim dememle olmuyor, işin içinde tanıtım, organizasyon vs bir çuval iş var. Yine de iyi bir çalışmanın er ya da geç değerini bulacağına inananlardanım. Hele ki internet gibi kulaktan kulağa tanıtımı (ecnebilerin “word of mouth” dedikleri şey, Türkçe’si bu oluyor sanırım) aşırı derecede kolaylaştıran bir iletişim aracı mevcutken.

Albümün kalanını dinlemiş değilim ama Badem’in elinden kötü bir iş çıkacağını zannetmiyorum. Yolları açık olsun...

5 Ocak 2008 Cumartesi

İstanbul’da Olmak

4 ayı aşkın süredir devam etmekte olan Fransa maceram 4 Ocak 2008’in son dakikalarında nihayete erdi. Yeniden İstanbul’da olmak güzel, aynı zamanda tuhaf da..

Sabah annemin hazırladığı sofrada kahvaltı etmek, bildiğim sokaklarda eskisi gibi gezinmek ve daha nice tanıdık manzara..

Bu akşam en çok özlediklerimden birine, İstiklal caddesine uzanacağım. Asmalımescit’te içilen biraların, arkadaşlarla hayat üzerine yapılan anlamsız ve koyu muhabbetlerin tadını çıkarmak istiyorum yeniden.

Ardımda ise yeni yeni alışmaya başladığım bir ülke. Frenk topraklarını özleyip özlemeyeceğimi zaman gösterecek, ama valizime doldurduğum için tuzlu bir ücret ödemek durumunda kaldığım şaraplara bakmak şu an çok keyif veriyor. Şişelerin dibi görününce ne olacak merak ediyorum..