29 Aralık 2007 Cumartesi

Kredi kartları ne kadar güvenli ya da kartlara ne kadar güvenmeli ?

Geçtiğimiz akşam 1 dakikalık bir süre için de olsa oldukça endişelendim. Cüzdanımda duran eski sim kartımı bir arkadaşımın numarasına bakmak için çıkardım, numarayı not edip, kartı tekrar cüzdanıma yerleştirdim. Tam cüzdanımı çekmeceye koyacaktım ki Fransa’da kullandığım hesaba ait banka kartının yerinde olmadığını gördüm. Burada yazmasam daha iyi olacak ama bir Türk’ün bu tip durumlarda verdiği tepki olan o ayıp(!) kelimeyi gayet de içten bir şekilde telafuz ettim. İlk iş montumun ve pantalonumun ceplerini yoklamak oldu. Kart orada değildi. Bankayı mı arasam diye düşündüm. Derdimi telefonda Fransızca anlatana kadar yıl geçeceğinden vazgeçtim. En iyisi internetten hesabımdaki para duruyor mu diye kontrol etmekti. Ama odamda iki gündür internet yoktu. Cuma akşamı kesilen bağlantının Pazartesi’den önce yapılması Fransızlardan beklediğim bir şey değildi, zira dandik bir bağlantıya ayda 20 euro alıp köşe olan ve ikinci bir seçeneğimiz olmadığından başımıza tekel kesilen şirket, hafta sonları çalışmıyordu. Bilgisayarımı yüklenip 20 dakika yürüyüş mesafesindeki bir başka yurda gidip internete girmeye karar verdim ki gayri ihtiyari öğrenci kartımla indirimli ulaşım kartımı koyduğum kılıfı elime alınca banka kartımın da onun içinde olduğunu gördüm ve derin bir oh çektim. Yaşadığım gerilim ve heyecan dolu bu uzun mu uzun bir dakika, zaman geçtikçe cüzdanımdaki sayısı pıtırak gibi çoğalan kredi ve banka kartlarının güvenliği hakkında derin düşüncelere dalmama sebep oldu. Özellikle internet üzerinden yaptığımız harcamalar konusunda çok ciddi bir güvenlik riski olduğuna kani oldum. Bir dakikalık kıssadan payıma düşen hisse de bu oldu.

Kredi ve banka kartlarını alış verişlerimizde, bankamatiklerde ya da internet bankacılığı işlemlerinde kullanmak tam manasıyla olmasa da güvenli olarak tanımlanabilir. Saydığım işlemler arasında en az güvenli olan alış veriş ve bankamatiklerde yaptıklarımız. Sebebi ise gayet basit. Özellikle alış veriş yaparken tuşladığımız şifrenin bir başkası tarafından görülmesi işten bile değil. Kişisel bilgi denilen kavramın belki de en kişiselleştiği noktalardan birisi bu şifreler. Kartımızın kopyalanması ya da çalınması durumunda bu şifreye sahip olan bir insan biz durumu farkedip bankayı bilgilendirene kadar hesabımızdaki tüm parayı kullanabilir. İşin kötü yanı bu süre bazı durumlarda kartı kaybettikten ya da çaldırdıktan günler veya haftalar sonrası olabiliyor. Hadi olan paranızı çaldırdınız, sıfıra vurdunuz. Aynı şeyin kredi kartınızın başına geldiğini düşündüğünüzde sahip olmadığınız parayı elin oğlu çatır çatır harcayacak ve borcunu ödemek de size düşecektir. Elbette çalınma durumuyla ilgili yasal işlem yaptırıp hırsızı bulmak günümüz teknolojisinde çok da zor bir şey değil ama teknoloji yüksek olasılıkla giden paranızı yerine getirmeyecek, size de bol buzlu bir su içmek düşecektir.

İnternet şubesinde yapılan işlemler sırasında bol haneli birden çok şifre girdiğiniz için bu şifreleri kaptırmadığınız sürece –ki bir başkası tarafından görülüp, not edilme olasılığı gayet düşük- rahat uyuyabilirsiniz. Burada bir başka önemli nokta da bilgisayarınız için gerekli güvenlik tedbirlerini alıp almadığınız. Tercihen bir başkasının bilgisayarından, hele ki internet kafe, okul laboratuarı gibi envai çeşit insanın kullanığı bilgisayarlardan parasal bir işlem yapmamanız sizin hayrınıza olacaktır. Biraz paranoyaksanız basit bir bilgi formunu dahi güvenliğinden emin olamayacağınız bilgisayarlardan doldurmamanızda yarar var. Kendi bilgisayarınızda anti-virüs, anti-spy, firewall gibi artık standart halini almış olan tedbirleri almışsanız, psikopat bir hacker’ın size kafayı takmaması halinde gayet güvenli bir şekilde işlemlerinizi gerçekleştirebilirsiniz.

Tüm bu saydıklarımın dışında güvenlik tedbiri olarak yerlerde süründüğüne inandığım işlem türü ise internet üzerinde banka ya da kredi kartını kullanarak alış veriş yapmak. Bu tip işlemler için hiçbir şifre, parola vs gerekmiyor. Kartınızı o ya da bu şekilde eline geçiren kişi, kartın üzerinde yazılı kart numarası, son kullanma tarihi ve güvenlik kodu bilgileriyle (ne biçim bir güvenlik koduysa artık, kartın üzerinde yazıyor) iflahınızı kurutabilir. Benim bir tarafımın üç buçuk atmasının sebebi de buydu zaten. Kartımı internete kapatmayı dahi düşündüm, ancak bu da hayatı kendime zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Burada kısa bir süre daha kalacağım, yine de yarın bankaya gidip internet işlemlerine kapatın şu kartı diyebilirim. Uzun vadede hiç akıl karı değil.

Peki riskler nasıl azaltılabilir? Aslında gayet basit çözümler mevcut. Fiziksel olarak yaptığımız alış verişlerde şifre girdiğimiz pos cihazlarının, amiyane tabirle eşşek kadar köşeleri olmalı. İçine elimizi bütünüyle alacak olan bu köşeler, bir başkasının şifremizi görmesini imkansız hale getirmeli. Bu şekilde üretilen kimi makineler var, ancak bunun yasal olarak zorunlu hale getirilmesi lazım ki risk büyük ölçüde ortadan kalksın. İnternet üzerinde alış veriş içinse yapılacak şey şu an girdiğimiz verilere ilaveten kartın üzerinde bulunmayacak ve yalnızca kart sahibinin bileceği yeni bir şifre eklemek. Bu durumda kartımız çalınsa bile üzerindeki bilgilerle internet üzerinden alış veriş yapmak imkansız hale gelecektir.

Siz siz olun ara sıra kartlarınız yerinde duruyor mu diye cüzdanınızı kontrol edin. Herkese güvenli, dertsiz ve tasasız günler dilerim.

18 Aralık 2007 Salı

Carla Bruni


İsmini hayal meyal hatırlıyordum, bir top modeli çağrıştırıyordu bana. Mösyo Sarkozy ile birlikte olduğu söylentileri ayyuka çıkınca, kendisiyle tanışmak kaçınılmaz oldu Frenk topraklarında. Hafızam beni yanıltmamış, vaktiyle modellik yapmış kendisi, üzerine de iki albüm. Biri Fransızca, diğeri İngilizce. Mankenden bozma şarkıcı zannetsem de önce, ön yargının ne kadar yanlış bir şey olduğunu anladım bir kez daha. Yüzü, sesi, duruşu yumuşacık bir kadın. Youtube’daki bir videosunu izledikten sonra albümlerini de dinlemek istedim. E-Mule sağolsun geri çevirmedi bu isteğimi. İki gündür dinliyorum, izliyorum ve “Neden Sarkozy?” demekten alamıyorum kendimi.

Bu kadar da güzel olunmaz ki...

13 Aralık 2007 Perşembe

Running Dinner

14 Kasım gecesi Fransa’da yaşadığım en güzel gecelerden biriydi. Buradakilerin Running Dinner diye adlandırdıkları ilginç bir etkinlikti geceyi güzelleştiren. Uluslararası öğrencilerden oluşan 3 ya da 4 kişilik gruplar daha önceden belirlenen bir sırayla 3 ayrı Fransız öğrenci evini ziyaret ediyorlar. Uluslararası öğrenciler gittikleri her eve birer şişe içki götürüyorlar. Fransız öğrencilerse gece boyunca evlerine gelen gruplara sırayla aperatif, ana yemek ve tatlı sunuyorlar.

Şili’li komşum Francisco ve Polonya’lı arkadaşım Gregoire’dan oluşan grubumla 19:15 gibi Rouen şehir merkezinde bir araya gelerek yürümeye başladık. İlk evi bulmamız biraz zaman aldı. Aslında evi bulduk ancak içerde insan yaşıyor gibi gözükmüyordu. Meğerse kapının ardında genişçe bir bahçe varmış. Eski, tipik bir Fransız evi olduğunu söyledi bizi karşılayan Oliver. İçeri girdiğimizde yiyecek namına, bir köşede duran patetes cipsi haricinde bir şey yoktu. Oliver dışındakiler de henüz gelmemişti. Biraz sohbet, muhabbet derken diğerleri de birer birer geldiler. Yarı Fransızca yarı İngilizce sohbet devam ederken bir yandan da aperatif olarak hazırladıkları salatayı yiyip, beyaz ve pembe şaraplarımızı yudumladık. Pembe şarabı denemek açısından iyi oldu, zira bir şişe kendim satın alıp, bir yudumdan sonra çöpe yollasaydım üzülürdüm. Kırmızı ve beyaz kesinlikle çok daha iyi, en azından benim için. Balzamik soslu ve fıstıklı salata da gayet lezzetliydi. Yemeğin ortasında sırayı şaşırıp tatlı için gelecekleri eve, ana yemek için gelen İspanyol kızlar da ortalığı şenlendirdiler. Vakit hızla geçmişti ve ana yemek için gideceğimiz ev 15 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Vedalaşıp yola koyulduk.

Bir sonraki durağımızda bizi 3 güzel Parisien karşıladı. (Paris’te yaşayanlar kendilerini böyle tanımlıyorlar. Bizdeki eski İstanbul’lu gibi bir şey.) Burada sohbet ağırlıklı olarak Fransızca’ydı. Bu durum özellikle Gregoire’ı biraz kassa da konuştukça (biraz da şarabın etkisiyle) açıldık. 1 saatten fazla kaldığımız evde fırınlanmış patates, jambon ve fransız peynirinden oluşan güzel bir yemek yedik. İlk başta “Hayda nasıl yiyeceğim bu peynirli şeyi şimdi ” desem de, diğer bir çok Fransız yemeği gibi hazırlanması pratik bu karışım gayet lezzetliydi. Evin dekorasyonu da oldukça hoştu. Bizim evlerle karşılaştırınca evcik demek daha doğru olur ama bir öğrenci için son derece ideal bir yaşam alanı. İşin ilginci binalar dışarıdan çok eski, hatta harabe gibi gözüküyorlar. Ancak içlerine girince dışıyla 180 derece zıt evlerle karşılaşıyorsunuz. Gittiğimiz 3 evin de ortak yanı buydu.

Son durağımız ise 1 kız ve 2 erkek öğrenci tarafından karşılandığımız, diğerlerinden biraz daha büyükçe bir evdi. Birçok Fransız’ın aksine gayet iyi bir İngilizce’ye sahip Robin ile ortak yanımızın Fransız peynirlerinin kokusundan haz etmemek olduğunu keşfettik.. Bu yüzden kendisinin yarı Fransız olduğunu söyledi . Bir Fransız’ın 3 önemli karakteristiğini şarap, peynir ve kahveye olan düşkünlüğü olarak tanımlayan Robin’le Türk kahvaltı ve yemek kültürünün zenginliğinden de bahsettikten sonra, isminin Creme Anglais (İngiliz kreması) olduğunu söyledikleri tatlılarımızı yedik. Geceye noktalayı ise yine birer bardak şarapla koyduk. Fransa’da öğrendiğim şeylerden birisi de su bardağında şarap içmekten keyif almak oldu. Keyfine düşkün bir insan olarak ille de kadeh derdim, artık su bardağından şarap içmek kimi zaman daha keyifli geliyor.

Son olarak bizim gibi ev ev dolaşan yabancı öğrencilerle, evlerinde bizleri ağırlayan Fransız öğrenciler bir barda toplanıp eğlendiler. İşin içine kendimi katmıyorum zira günün yorgunluğu üzerime çökmüştü ve sigara dumanı altındaki tıklım tıkış gürültülü ortam pek de cazip gelmemişti. Bir grup Japon arkadaşla beraber gece otobüsünün yolunu tuttuk. Yol boyunca Çinli kızlarla her zamanki klasik Türkiye muhabbetini yaptıktan sonra gayet keyifli bir şekilde odama döndüm.

Tek üzüldüğüm, biraz da içten içe kendime kızdığım nokta ise bu güzel geceye dair bir anının olmayışı. Zira odadan çıkmadan fotoğraf makinemi almaya üşendim, “bir de onun için çanta mı taşıyacağım şimdi” dedim. Keşke demeseymişim, Running Dinner’ın bu kadar hoşuma gideceğini nerden bilebilirdim...

5 Aralık 2007 Çarşamba

Yabancı Olmak

Dünya üzerindeki en kabul görmüş ayrımcılık yerli ve yabancı kelimelerinin ekseninde dönendir. Bir ülkenin, hatta aynı ülkede başka bir şehrin diline, kültürüne, alışkanlıklarına, kısaca oradaki hayatın akışına aşina değilseniz, oraya yabancısınızdır. Bu yabancılığın en uç noktalarından birisi de başka bir ülkeye gidip hayatınızı orada sürdürmektir.

Yerli olmak kolaydır. Nerde, ne zaman, ne olacağını iyi kötü bilirsiniz. Bilmeseniz de yoldan geçen herhangi birini çevirip, “hemşerim X’e nasıl gidilir?” demek gayet sıradan bir davranıştır. Dilini hiç bilmediğiniz ya da az bildiğiniz bir ülkede ise, yol sormak bile bir derttir. Siz doğru cümleler kurduğunuzu zannederken, karşınızdakinin sizi net olarak anlamadığını hissedersiniz. Diyelim ki doğru kelimeleri, doğru sıra ile söylediniz. Bu defa da size verilen cevabın başını anlayacağım derken sonunu kaçırabilirsiniz. İlk örneği yaşadığınız zamanla ikincisi arasında azımsanmayacak bir süre vardır. İkinciden bir üst kademeye geçmeniz ise biraz da sizin çabanızla doğru orantılı olarak değişir. O üst kademeye geçtiğinizdeyse saçma salak bir mutluluk hissedersiniz. Epi topu bir mağaza görevlisine baktığınız ürünle alakalı bir şeyler sormuş, onun size verdiği yanıtı tam olarak anlamış ve ona kibarca teşekkür edip hayatınıza devam etmişsinizdir, ama bu size çocukça bir mutluluk verir. Hiçbir zaman oraların yerlisi olamayacağınızı bilseniz dahi yabancılığın renk skalasında daha açık bir tonu tutturmuşsunuzdur artık. Sevinmek hakkınızdır.

Ağızdan çıkan kelimeleri anlamanın ötesinde, yabancı olmanın en zor yanı o kelimelerin oluşturduğu manaların nedenlerini anlamaya çalışmak, çoğu zaman da anlayamamaktır. 12’de dersiniz bitmiştir. Odanıza dönmeden markete uğrayıp yiyecek bir şeyler almak istersiniz. O da ne ? Market kapı duvardır. “Nasıl yani?” diye düşünürsünüz. Sonra kapıdaki tabeladan, marketin öğlenleri 2 saat kapalı olduğunu okursunuz. “Devlet dairesi mi bu yahu, süpermarkette öğle tatili mi olur ?” diye sormak da sinirinizi arttırmak dışında hiç bir fayda getirmez. Koca meydanda günün ortasında sizinle beraber bir ya da iki kişinin olduğunu gördüğünüzde ise “Bu insanlar nereye saklandı böyle?” diye meraklanırsınız. Bir yere saklandıkları yoktur aslında. Onlar küçüklükten beri gördükleri doğrultusunda, kendileri için normal olan hayatı yaşamaktadırlar. Çoğu zaman size aptalca gelse de onların da alışkanlıkları vardır. O meydanda daha fazla durmak istemezsiniz. “Ben yabancıyım” diye bağırırcasına salak salak kapalı mağazaların vitrinlerine bakmak sinir bozucudur. Tıpış tıpış odanıza dönersiniz.

Yabancı olmanın güzel yanları da vardır tabii. Kat boyunca büyük bir çoğunluğu farklı ülkelerden gelmiş ve hepsinin ortak noktası yabancılık olan insanlarla birlikte yaşamak, size büyükçe bir kutuya bırakılan, farklı türlerde yaratıkların davranışlarının gözlendiği bir deneyin kobayı duygusunu verse de, deneyden sizin de payınıza bir şeyler düşer. Dünyanın başka yerlerinde insanlar nasıl yaşar, nasıl düşünür, neleri sever, sizle ortak yanları var mıdır, varsa da ne kadar ortaktır ve bunun gibi daha bir sürü sorunun cevabını bulmanıza yardımcı olur yabancılık. Her ne kadar hepinizin o topraklara yabancı olmak gibi bir özelliği olsa da, bu ortak nokta sizlerin birbirinize de yabancı olduğunuz gerçeğini değiştirmez. Meksikalı bir arkadaşınız odanıza gelip yatağınıza oturduğunda bu size normal gelebilir, aşırı titizliğin manası yoktur. Ama ayakkabısı üzerindeyken bir ayağını diğerinin altına atmasıyla “Hoop, kardeşim ne yapıyorsun, dur!!!” diyesiniz gelir ama diyemezsiniz. Deseniz de anlamayacağını bilirsiniz çünkü. Güler geçersiniz. Ya da girdiğiniz tuvalette su akan herhangi bir nesnenin olmaması sizi şaşırtmamaya başlar bir süre sonra. Siz yanınızda pet şişe ya da ıslak mendil bulundurarak önlem almışsınızdır zaten, ama farklılıkları algılamayı, kabullenmeyi de öğrenmişsinizdir artık. Belki daha önce de bunu zaten bildiğinizi düşünürsünüz. Yaşadıklarınızsa düşündüğünüz kadar bilmediğinizi ama öğrenebileceğinizi göstermiştir size. Hayat hakikaten de ömür boyu süren bir okul gibidir.

Eninde sonunda yaşam biraz da alışkanlıklarımızdan ibaret. Küçük bir çocukken bize öğretilenler, onları “normal” olarak algılamamızı sağlıyor, ama dünyanın her yerinde aynı şeyleri öğretmiyorlar. Bu öğreti farklılıkları da kültür denilen kavramı hayatımıza sokuyor. “Yerli” ya da “yabancı” olmak da bonus. Öğrendikçe zenginleşiyoruz..

30 Kasım 2007 Cuma

Marsilyalılar arasında bir Beşiktaşlı

Uzun zamandan beri bir Beşiktaş maçını tamamen izlememiştim. Rakip Marsilya, bulunduğum ülke de Fransa olunca, tuhaf bir şekilde Marsilya fanatiği olan Japon arkadaşım Yuta’ı da içeren küçük grubumuzla beraber yaşadığımız yurdun TV odasının yolunu tuttuk. Ekrandaki yüzler, manzara tanıdıktı, tek fark sipiker ve yorumcunun Fransızca konuşuyor olmalarıydı.

İlk dakikalardaki Marsilya baskısından sonra toparlanan kartallar devre sonuna dek gayet derli toplu bir futbol ortaya koydular. Aslında Beşiktaş sahaya iyi yayılıyor, dar alanda güzel paslaşmalar da yapabiliyor zaman zaman. Ancak motivasyon kaybı yaşandığı anda, saçma sapan hatalar sorun yaratıyor. Bir nevi saatli bomba. Zararı kendine de verebiliyor, karşısındakilere de.

Devre Tello’nun şık frikik golüyle 1-0 bitince keyifleniyorum. Golü attığımızda çaktırmadan seviniyorum. Sadece yanımdaki Fransızlar “Niye sevindiki bu?” der gibi bir bakış atıyorlar. Nadir de olsa benimle birlikte gole sevinenler de var. Onların varlığı biraz verdiğim tepkilerin dozunu arttırıyor. Gol kaçırınca çıkardığım sesler daha bir farkedilir oluyor. Golden sonra Polonya’lı arkadaşım Gregoir “Gol attınız, içmelisin” diyerek şarap-kola karışımı olan ve İspanyolların kalimoço dedikleri içkisini uzatıyor. Bir yudum alıyorum golün şerefine. Ucuz şarap ve ucuz kola ağzımda buruk bir tat bırakıyor. “Şarap böyle mi içilir yahu” diyerek maçı izlemeye devam ediyorum.

Devre arası maçı yayınlayan Canal Plus’ü (Kanal Pülüs diye okunuyor burada) izleyerek geçiyor. Yayıncılık anlayışları ilgimi çekiyor. 4 kişinin bulunduğu bir stüdyoda tempolu bir şekilde maçı yorumladıktan sonra, o gece oynanan ve ilk yarıları tamamlanan şampiyonlar ligi maçlarının gollerini izleyince “İyiymiş” diyorum. Zira bizde golleri maç bittikten saatler sonra görebiliyoruz.

İkinci yarı Beşiktaş’ın hastalığı nüksediyor ve takım arkaya yaslanmaya, Marsilya’da geliyorum diye bağıran gole yaklaşmaya başlıyor. Beklenen oluyor, uzaklardan gelen sert bir şut “Artık eskisi kadar iyi değilim” der gibi bakan Rüştü’nün ellerinden sekerek ağları buluyor. Salonda bir gürültü kopuyor, seviniyor Fransızlar. İçimden “Neyse ki gol erken geldi, biraz toparlanırlar” diyorum. Öyle de oluyor. İlk yarıdaki kadar olmasa da, daha iyi top çevirmeye, daha baskılı oynamaya başlıyor Beşiktaş. Son dakikalara doğru gelinirken maç boyunca oldukça olumlu işler yapan Delgado’nun nefis pasıyla topla buluşan Bobo, iyi golcülere özgü net bir vuruş yaparak kara kartalları develer ligindeki 2. galibiyetine uçuruyor. Ben de duygularımı dizginlemeden “Goool” diye bağırarak ayağa kalkıyorum. Gözler bana dönüyor, “Ne bakıyorsunuz, gol attık işte” dercesine karşılık veriyorum bakışlarımla.

Adı geçmişken Bobo’ya değinmeden edemiyeceğim. Tüpçü felsefesine dayanamayıp giden ve gitmesiyle beni üzen mösyo Tigana’nın Beşiktaş’a hediyesi olan bu Brezilya’lı, birkaç sene sonra milli takımının dünya kupasını kazanmasını sağlayacak golleri atarsa, hiç şaşırmayacağım. Doğa üstü yetenekleri yok belki, ama geldiği günden beri üzerine koyuyor ve böyle devam etmesini diliyorum. Bizim Türk futbolcularının yapamadığı şey de bu zaten. 20 yaşında büyük bir takıma geldiklerinde her şeyin bittiğini zannediyorlar. Hiç birinde ekstra çalışmanın emareleri gözlenmiyor. Serdar Kurtuluş’u bunlardan ayırmam gerek. Burak, İbrahim Akın, Okan Koç gibilere benzemiyor pek o. Zaten biraz da insanın suratına bakınca “Bu çocuk adam olur” diyebiliyorsunuz. Ne yazık ki çoğunun suratına bakınca bunu söylemek pek mümkün olmuyor. Yetenekli olmakla iyi futbolcu olmak, daha doğrusu profesyonel olmak arasındaki fark da bu sanırım. İnsanın sahip olduğu bilinç ve bilgi biraz da suratına yansıyor.

Golden birkaç dakika sonra maç bitince, büyük çoğunluğu Marsilya destekçisi olan Fransız gürühunun arasından gülümseyerek ayrılıyorum. Keyfim yerinde, odama çıkıp maç ile ilgili yorumları bira ve cips eşliğinde okuyorum. Her ne kadar tüpçü bir başkanı ve kabadayı bir menajeri olan takımım gerçekten benim takımım olmasa da, düşe kalka yaptığı hatalardan ders çıkaracağına inandığım ve suratına bakınca Beşiktaş’lı olmak denilen, Süleyman Seba’lı ve kısmen de Serdar Bilgili’li yıllarda unutulan o olguyu gördüğüm, başarılı olmasını da canı gönülden istediğim bir teknik direktörümüz olmasına seviniyorum.

26 Kasım 2007 Pazartesi

Je suis accro a l’internet

Hayatımızda önemli ölçüde yer tutan şeyler bizi tanımlarlar.

Geçtiğimiz gün fransızca dersine 5 dakikalık bir gecikmeyle katıldım. Tahtada “Je suis accro au chocolat” yazıyordu. Yani çikolata bağımlısıyım mealinde bir cümle. Madame Dabek –kendisi nevi şahsına münhasır bir Fransız, çok da başarılı bir fransızca öğretmeni- sınıftaki herkese neye bağımlı olduklarını, daha düzgün bir ifadeyle hayatlarında neyin vazgeçilmez olduğunu sormaya başladı. Sıra bana da geldi, bir an düşündüm ve aklıma ilk gelen şey internet oldu.

Aşağı yukarı 10 senedir internet kullanıcısıyım. Ancak internetin hayatımın merkezine oturmaya başlaması bir çok vatan evladı gibi ADSL denilen teknolojinin karasularımızda görülmesine dayanır. Türk Telekom’un henüz devlete ait olduğu zamanlarda kotalı ADSL ile olan ilişkimiz 4 sene önce başladı. İtiraf etmeliyim ki kendisini bugünlerde çok özlüyorum. Zira şu sıralar günlerimi Sarkozy’nin memleketinde, bağlantı hızı çok düşük olan bir şehirde geçiriyorum. 56k daha mı iyiydi diye bile sorduğum oluyor . Neyse ki kotalı ADSL’ime kavuşmama pek bir şey kalmadı.

Peki 4 sene önce ara sıra maillerimi kontrol etmenin, kimi zaman da chat –çet diye okunur- yapmanın dışında pek bir işime yaramayan bu teknoloji nasıl oldu da ona bağımlı olduğumu söyletecek kadar önemli bir hale geldi benim için ? İnternette neler yaparım ben ?

Her şeyden önce en pratik haberleşme aracı internet. Mektup, telefon, görüntülü/ görüntüsüz chat, yine görüntülü telefon gibi paşa gönlünüz hangisini isterse onu seçip, beş kuruş da para ödemeden kullanabileceğiniz alternatifleriniz var. Tabii Fransa’da yaşamıyorsanız. Elinizde sınırsız bir haberleşme özgürlüğü bulunuyor. Bu kadar haberleşmeye ihtiyacımız var mı o apayrı bir tartışma konusu, belki başka bir yazıda değinirim.

Dünyada olup bitenleri anlık olarak takip etmemi de sağlıyor internet. Ara sıra www.milliyet.com.tr adresine bakmadan edemiyorum, yeni bir şeyler var mı yaşadığımız evrende diye meraklanıyorum. Neden bu adres diye sorarsanız da sadece bir alışkanlık. Zira son dönemde bir haber sitesinden çok çıplak model resimlerinin sıklıkla güncellendiği bir site haline geldi Milliyet gazetesinin web sitesi. Onlara da bakıyorum haliyle. Ortalama bir internet kullanıcısının, sabah gazetesini eline aldığında –hala gidip gazete alıyorsa tabii- “bakalım neler olmuş dünyada” diye düşündüğünü hiç zannetmiyorum. O haberleri bir gün öncesinden öğrenmiş oluyoruz zaten. Gazeteyi, ona dokunarak okumanın da ayrı bir keyfi var, su götürmez, ama bunu yapmaktaki amacım olsa olsa sevdiğim yazarları bir köşeye çekilip rahat rahat okumak ya da internete erişemediğim mekanlarda –otobüs, metro, tuvalet vb.- can sıkıntısını gidermek. Gelişen teknolojiler çok da uzak olmayan bir zamanda kağıtta okuma alışkanlığını tamamen ortadan kaldırabilir. Bu durum da bir çok soru işaretini beraberinde getiriyor. Kablosuz internet hızının doruklara ulaştığını, insanların ellerinde elektronik kitap okuma aygıtlarıyla otobüste takıldıklarını düşündüğümde insan sağlığının bu aşırı teknolojiden nasıl etkileneceğini kestiremiyorum. Neyse ki çok okumayan bir toplumuz..

Son dönemde iyice salgın haline gelen blog kültürü, internete zaman ayırmamı gerektiren bir başka önemli parça. Özellikle Google Reader, Buzla gibi ücretsiz RSS okuyucularının –Google Reader benim tercihim- takip etmeyi istediğiniz bloglarda, daha doğru bir ifadeyle RSS hizmeti veren her türlü web sitesinde meydana gelen değişikliği anlık olarak size bildirmesi, blog takibini daha da tadından yenmez bir hale getiriyor. Bir noktadan sonra üye olduğunuz blog sayısı tavana vurup “onda ne var, bunda ne yazmışlar” diye bakmak imkansız hale gelebilse de, yakın zamanda Google Reader ile olan dostluğumun bozulacağını düşünmüyorum.

Salgınlardan belki de en yaygını olan internet üzerinden video izlemek haliyle benim de çok yaptığım bir şey. Gerekli gereksiz sınırsız sayıda video izlemek biraz da YouTube’un hayatımıza soktuğu bir olgu. Firefox’un flv uzantılı dosyaları –YouTube’da izlediğiniz videolar flv uzantılıdır, diğer dosya türlerine göre daha az yer kaplarlar- bilgisayarıma indirip istediğim zaman seyredebilmemi sağlayan eklentisi de video izleme sıklığımı arttıran etkenlerden biri. Mesela geçtiğimiz akşam Avrupa Yakası’nın henüz bir kaç saat önce televizyonda yayınlanan bölümünü bu eklenti ile indirdim ve ertesi gün okuldan geldikten sonra şekerleme öncesi oturup izledim. –Özellikle bağlantı kalitesi canı isterse artıp, canı isterse azalan topraklarda (Bkz : Fransa) bu araç çok işlevsel.- Teknosohbet.tv ise videolarını belki de YouTube’dan daha çok takip ettiğim bir site. Buradaki videolar için “teknolojinin televolesi” tanımlaması herhalde pek yanlış olmaz. Büyük bir keyifle takip ediyorum.

Tüm bunların dışında facebook, ekşi sözlük, wikipedia gibi bir çok kişinin kullanmadan edemediği web sayfaları benim de ilgi alanıma giriyor. Google Calendar, Google Notes vs. hizmetler de özellikle yoğun dönemlerimde hayatımı oldukça kolaylaştırıyor.

Bunca şeyi iyi kötü her gün takip etmem “Je suis accro a l’internet” dedirtiyor bana ve internet beni tanımlayan öğelerden biri haline geliyor. Bir kaç sene önce bir başkası bana bunları söyleseydi fena halde irite olabilirdim, ama şu an kendi dilimden duyduklarım beni pek de rahatsız etmiyor. Aksine bu uçsuz bucaksız dünyanın hayatıma daha neler sokacağını büyük bir merakla bekliyorum.

24 Kasım 2007 Cumartesi

İlk Yazı

Ben Mehmet N. Can. Aynı zamanda müzik grubumun da adı olan, ve bir süredir takma ismim (moda tabirle nick’im) olarak benimsediğim Ehl-i Keyf, ilk ciddi blog denemem. “O da ne demek oluyor?” derseniz kısaca şöyle açıklayayım. Daha önce de günlük tutmak, kimse bilmese de blog yazmak gibi işlere girişmişliğim, ama her seferinde kimi zaman vakit bulamamaktan, kimi zaman da tembellikten yarım bırakmışlığım vardır. Ancak bu defa farklı olacağını düşünüyorum. En azından haftada bir yazı eklemek niyetindeyim.

Yazılar kimi zaman hayattan, kimi zaman müzikten, teknolojiden ya da kafamı kurcalayan herhangi bir konudan bahsedecek.

Allah kimseye tükürdüğünü yalatmasın :D