30 Kasım 2007 Cuma

Marsilyalılar arasında bir Beşiktaşlı

Uzun zamandan beri bir Beşiktaş maçını tamamen izlememiştim. Rakip Marsilya, bulunduğum ülke de Fransa olunca, tuhaf bir şekilde Marsilya fanatiği olan Japon arkadaşım Yuta’ı da içeren küçük grubumuzla beraber yaşadığımız yurdun TV odasının yolunu tuttuk. Ekrandaki yüzler, manzara tanıdıktı, tek fark sipiker ve yorumcunun Fransızca konuşuyor olmalarıydı.

İlk dakikalardaki Marsilya baskısından sonra toparlanan kartallar devre sonuna dek gayet derli toplu bir futbol ortaya koydular. Aslında Beşiktaş sahaya iyi yayılıyor, dar alanda güzel paslaşmalar da yapabiliyor zaman zaman. Ancak motivasyon kaybı yaşandığı anda, saçma sapan hatalar sorun yaratıyor. Bir nevi saatli bomba. Zararı kendine de verebiliyor, karşısındakilere de.

Devre Tello’nun şık frikik golüyle 1-0 bitince keyifleniyorum. Golü attığımızda çaktırmadan seviniyorum. Sadece yanımdaki Fransızlar “Niye sevindiki bu?” der gibi bir bakış atıyorlar. Nadir de olsa benimle birlikte gole sevinenler de var. Onların varlığı biraz verdiğim tepkilerin dozunu arttırıyor. Gol kaçırınca çıkardığım sesler daha bir farkedilir oluyor. Golden sonra Polonya’lı arkadaşım Gregoir “Gol attınız, içmelisin” diyerek şarap-kola karışımı olan ve İspanyolların kalimoço dedikleri içkisini uzatıyor. Bir yudum alıyorum golün şerefine. Ucuz şarap ve ucuz kola ağzımda buruk bir tat bırakıyor. “Şarap böyle mi içilir yahu” diyerek maçı izlemeye devam ediyorum.

Devre arası maçı yayınlayan Canal Plus’ü (Kanal Pülüs diye okunuyor burada) izleyerek geçiyor. Yayıncılık anlayışları ilgimi çekiyor. 4 kişinin bulunduğu bir stüdyoda tempolu bir şekilde maçı yorumladıktan sonra, o gece oynanan ve ilk yarıları tamamlanan şampiyonlar ligi maçlarının gollerini izleyince “İyiymiş” diyorum. Zira bizde golleri maç bittikten saatler sonra görebiliyoruz.

İkinci yarı Beşiktaş’ın hastalığı nüksediyor ve takım arkaya yaslanmaya, Marsilya’da geliyorum diye bağıran gole yaklaşmaya başlıyor. Beklenen oluyor, uzaklardan gelen sert bir şut “Artık eskisi kadar iyi değilim” der gibi bakan Rüştü’nün ellerinden sekerek ağları buluyor. Salonda bir gürültü kopuyor, seviniyor Fransızlar. İçimden “Neyse ki gol erken geldi, biraz toparlanırlar” diyorum. Öyle de oluyor. İlk yarıdaki kadar olmasa da, daha iyi top çevirmeye, daha baskılı oynamaya başlıyor Beşiktaş. Son dakikalara doğru gelinirken maç boyunca oldukça olumlu işler yapan Delgado’nun nefis pasıyla topla buluşan Bobo, iyi golcülere özgü net bir vuruş yaparak kara kartalları develer ligindeki 2. galibiyetine uçuruyor. Ben de duygularımı dizginlemeden “Goool” diye bağırarak ayağa kalkıyorum. Gözler bana dönüyor, “Ne bakıyorsunuz, gol attık işte” dercesine karşılık veriyorum bakışlarımla.

Adı geçmişken Bobo’ya değinmeden edemiyeceğim. Tüpçü felsefesine dayanamayıp giden ve gitmesiyle beni üzen mösyo Tigana’nın Beşiktaş’a hediyesi olan bu Brezilya’lı, birkaç sene sonra milli takımının dünya kupasını kazanmasını sağlayacak golleri atarsa, hiç şaşırmayacağım. Doğa üstü yetenekleri yok belki, ama geldiği günden beri üzerine koyuyor ve böyle devam etmesini diliyorum. Bizim Türk futbolcularının yapamadığı şey de bu zaten. 20 yaşında büyük bir takıma geldiklerinde her şeyin bittiğini zannediyorlar. Hiç birinde ekstra çalışmanın emareleri gözlenmiyor. Serdar Kurtuluş’u bunlardan ayırmam gerek. Burak, İbrahim Akın, Okan Koç gibilere benzemiyor pek o. Zaten biraz da insanın suratına bakınca “Bu çocuk adam olur” diyebiliyorsunuz. Ne yazık ki çoğunun suratına bakınca bunu söylemek pek mümkün olmuyor. Yetenekli olmakla iyi futbolcu olmak, daha doğrusu profesyonel olmak arasındaki fark da bu sanırım. İnsanın sahip olduğu bilinç ve bilgi biraz da suratına yansıyor.

Golden birkaç dakika sonra maç bitince, büyük çoğunluğu Marsilya destekçisi olan Fransız gürühunun arasından gülümseyerek ayrılıyorum. Keyfim yerinde, odama çıkıp maç ile ilgili yorumları bira ve cips eşliğinde okuyorum. Her ne kadar tüpçü bir başkanı ve kabadayı bir menajeri olan takımım gerçekten benim takımım olmasa da, düşe kalka yaptığı hatalardan ders çıkaracağına inandığım ve suratına bakınca Beşiktaş’lı olmak denilen, Süleyman Seba’lı ve kısmen de Serdar Bilgili’li yıllarda unutulan o olguyu gördüğüm, başarılı olmasını da canı gönülden istediğim bir teknik direktörümüz olmasına seviniyorum.

26 Kasım 2007 Pazartesi

Je suis accro a l’internet

Hayatımızda önemli ölçüde yer tutan şeyler bizi tanımlarlar.

Geçtiğimiz gün fransızca dersine 5 dakikalık bir gecikmeyle katıldım. Tahtada “Je suis accro au chocolat” yazıyordu. Yani çikolata bağımlısıyım mealinde bir cümle. Madame Dabek –kendisi nevi şahsına münhasır bir Fransız, çok da başarılı bir fransızca öğretmeni- sınıftaki herkese neye bağımlı olduklarını, daha düzgün bir ifadeyle hayatlarında neyin vazgeçilmez olduğunu sormaya başladı. Sıra bana da geldi, bir an düşündüm ve aklıma ilk gelen şey internet oldu.

Aşağı yukarı 10 senedir internet kullanıcısıyım. Ancak internetin hayatımın merkezine oturmaya başlaması bir çok vatan evladı gibi ADSL denilen teknolojinin karasularımızda görülmesine dayanır. Türk Telekom’un henüz devlete ait olduğu zamanlarda kotalı ADSL ile olan ilişkimiz 4 sene önce başladı. İtiraf etmeliyim ki kendisini bugünlerde çok özlüyorum. Zira şu sıralar günlerimi Sarkozy’nin memleketinde, bağlantı hızı çok düşük olan bir şehirde geçiriyorum. 56k daha mı iyiydi diye bile sorduğum oluyor . Neyse ki kotalı ADSL’ime kavuşmama pek bir şey kalmadı.

Peki 4 sene önce ara sıra maillerimi kontrol etmenin, kimi zaman da chat –çet diye okunur- yapmanın dışında pek bir işime yaramayan bu teknoloji nasıl oldu da ona bağımlı olduğumu söyletecek kadar önemli bir hale geldi benim için ? İnternette neler yaparım ben ?

Her şeyden önce en pratik haberleşme aracı internet. Mektup, telefon, görüntülü/ görüntüsüz chat, yine görüntülü telefon gibi paşa gönlünüz hangisini isterse onu seçip, beş kuruş da para ödemeden kullanabileceğiniz alternatifleriniz var. Tabii Fransa’da yaşamıyorsanız. Elinizde sınırsız bir haberleşme özgürlüğü bulunuyor. Bu kadar haberleşmeye ihtiyacımız var mı o apayrı bir tartışma konusu, belki başka bir yazıda değinirim.

Dünyada olup bitenleri anlık olarak takip etmemi de sağlıyor internet. Ara sıra www.milliyet.com.tr adresine bakmadan edemiyorum, yeni bir şeyler var mı yaşadığımız evrende diye meraklanıyorum. Neden bu adres diye sorarsanız da sadece bir alışkanlık. Zira son dönemde bir haber sitesinden çok çıplak model resimlerinin sıklıkla güncellendiği bir site haline geldi Milliyet gazetesinin web sitesi. Onlara da bakıyorum haliyle. Ortalama bir internet kullanıcısının, sabah gazetesini eline aldığında –hala gidip gazete alıyorsa tabii- “bakalım neler olmuş dünyada” diye düşündüğünü hiç zannetmiyorum. O haberleri bir gün öncesinden öğrenmiş oluyoruz zaten. Gazeteyi, ona dokunarak okumanın da ayrı bir keyfi var, su götürmez, ama bunu yapmaktaki amacım olsa olsa sevdiğim yazarları bir köşeye çekilip rahat rahat okumak ya da internete erişemediğim mekanlarda –otobüs, metro, tuvalet vb.- can sıkıntısını gidermek. Gelişen teknolojiler çok da uzak olmayan bir zamanda kağıtta okuma alışkanlığını tamamen ortadan kaldırabilir. Bu durum da bir çok soru işaretini beraberinde getiriyor. Kablosuz internet hızının doruklara ulaştığını, insanların ellerinde elektronik kitap okuma aygıtlarıyla otobüste takıldıklarını düşündüğümde insan sağlığının bu aşırı teknolojiden nasıl etkileneceğini kestiremiyorum. Neyse ki çok okumayan bir toplumuz..

Son dönemde iyice salgın haline gelen blog kültürü, internete zaman ayırmamı gerektiren bir başka önemli parça. Özellikle Google Reader, Buzla gibi ücretsiz RSS okuyucularının –Google Reader benim tercihim- takip etmeyi istediğiniz bloglarda, daha doğru bir ifadeyle RSS hizmeti veren her türlü web sitesinde meydana gelen değişikliği anlık olarak size bildirmesi, blog takibini daha da tadından yenmez bir hale getiriyor. Bir noktadan sonra üye olduğunuz blog sayısı tavana vurup “onda ne var, bunda ne yazmışlar” diye bakmak imkansız hale gelebilse de, yakın zamanda Google Reader ile olan dostluğumun bozulacağını düşünmüyorum.

Salgınlardan belki de en yaygını olan internet üzerinden video izlemek haliyle benim de çok yaptığım bir şey. Gerekli gereksiz sınırsız sayıda video izlemek biraz da YouTube’un hayatımıza soktuğu bir olgu. Firefox’un flv uzantılı dosyaları –YouTube’da izlediğiniz videolar flv uzantılıdır, diğer dosya türlerine göre daha az yer kaplarlar- bilgisayarıma indirip istediğim zaman seyredebilmemi sağlayan eklentisi de video izleme sıklığımı arttıran etkenlerden biri. Mesela geçtiğimiz akşam Avrupa Yakası’nın henüz bir kaç saat önce televizyonda yayınlanan bölümünü bu eklenti ile indirdim ve ertesi gün okuldan geldikten sonra şekerleme öncesi oturup izledim. –Özellikle bağlantı kalitesi canı isterse artıp, canı isterse azalan topraklarda (Bkz : Fransa) bu araç çok işlevsel.- Teknosohbet.tv ise videolarını belki de YouTube’dan daha çok takip ettiğim bir site. Buradaki videolar için “teknolojinin televolesi” tanımlaması herhalde pek yanlış olmaz. Büyük bir keyifle takip ediyorum.

Tüm bunların dışında facebook, ekşi sözlük, wikipedia gibi bir çok kişinin kullanmadan edemediği web sayfaları benim de ilgi alanıma giriyor. Google Calendar, Google Notes vs. hizmetler de özellikle yoğun dönemlerimde hayatımı oldukça kolaylaştırıyor.

Bunca şeyi iyi kötü her gün takip etmem “Je suis accro a l’internet” dedirtiyor bana ve internet beni tanımlayan öğelerden biri haline geliyor. Bir kaç sene önce bir başkası bana bunları söyleseydi fena halde irite olabilirdim, ama şu an kendi dilimden duyduklarım beni pek de rahatsız etmiyor. Aksine bu uçsuz bucaksız dünyanın hayatıma daha neler sokacağını büyük bir merakla bekliyorum.

24 Kasım 2007 Cumartesi

İlk Yazı

Ben Mehmet N. Can. Aynı zamanda müzik grubumun da adı olan, ve bir süredir takma ismim (moda tabirle nick’im) olarak benimsediğim Ehl-i Keyf, ilk ciddi blog denemem. “O da ne demek oluyor?” derseniz kısaca şöyle açıklayayım. Daha önce de günlük tutmak, kimse bilmese de blog yazmak gibi işlere girişmişliğim, ama her seferinde kimi zaman vakit bulamamaktan, kimi zaman da tembellikten yarım bırakmışlığım vardır. Ancak bu defa farklı olacağını düşünüyorum. En azından haftada bir yazı eklemek niyetindeyim.

Yazılar kimi zaman hayattan, kimi zaman müzikten, teknolojiden ya da kafamı kurcalayan herhangi bir konudan bahsedecek.

Allah kimseye tükürdüğünü yalatmasın :D